Ölmek Yok Dönmek Var
Düğün hazırlıkları yoğun biçimde on gündür sürüyordu. Bu on gün içerisinde hayalleri oldukça çökmüş, için için akıttığı gözyaşlarını şimdi serbest bırakmıştı. Bu öyle bir acıydı ki Hüseyin kime ne diyeceğini bilemiyordu. Üzerine çöken bu kara dumanı dağıtacak rüzgârdan mahrumdu. Çünkü bu kara dumanlar, çocukluk ve de askerlik arkadaşının evlerinin içerisinden çıkıp nefesini kesmişti. Öyle ki “Esvap kesmeye sen de gel!” demişlerdi ama onun bu mutluluğa katacak hiçbir şeyi yoktu ki... Hem ne yüzle gidecekti.
Hüseyin, kalbine yazılan yazıların esiri olmuştu. Âşık olmuştu. Şimdi beyninden değil kalbinden emir alıyordu. Böylece benliği, gücü, düşünceleri, kişiliği aşkının esiri olmuştu.
İçin için sevdalandığı kız; arkadaşının sevgilisiymiş. Kıza “Zeynep bana varır mısın?” diye sorduğunda “Sen ne diyorsun Hüseyin ağabey! Biz, daha askere gitmeden önce Hamo’yla birbirimize söz vermiştik. Az önce yine buluştuk. Beni isteteceğini söyledi. Aman bu söylediklerini duymamış olayım!” dediği kulaklarının içinde, topuzla vurulmuş bir gürzden çıkan ses bombardımanı gibi çınlamıştı. Sonra sözlerini şu cümleyle bitirmişti. “Hüseyin ağabey ne olursun bana darılma.”
Hüseyin bu birkaç gündür yemez içmez olmuştu. Sevdiği kızı alamayışına mı yansın, arkadaşının sözlüsüne “Bana varır mısın?” dediğine mi. Ya daha sonraları yenge diyeceği bu kadının yüzüne nasıl bakacaktı? Gerçi bunda suçu yoktu ama silinmesi mümkün olmayan bu teklifin altında hep utanç duygusu yaşayacağı kesindi.
Hüseyin alıp başını evden gidiyor yağmurların altında ıslanıp boş kafayla dolaşıp geri dönüyordu. Bazen öyle bir canı sıkılıyordu ki, çörtenlerden akan suların altında ıslanıyor, karmaşık hislerinin bedenine verdiği ceza üzerine bir de kendisi ceza veriyordu. İş dönüşü eve gitmek istemiyor ne yapacağını kendisi de bilemiyordu. Adıyaman Şehrinin kendisi için Mehmet Ağanın Zindanı’ndan farkı yoktu. Yağmurlardan sonra çıkan gökyüzünün maviliği artık onu hiç ilgilendirmiyordu.
Sofraya getirilen bulgur aşı ve tırşikten çok az yiyip dışarı çıktı. Yokuş aşağı inip Ayran Pazarı’ndan geçip Kab Camii’nin kantarmalı bölümünden geçerek Sıratut’a doğru yöneldi. Arkadaşlarıyla buluşmak için asmalı kahveye girecekti ki; vaz geçti.
Oradan Eskisera’ya yöneldi. Gâvur Mahallesi’nin etrafını dolaşarak kaleye çıktı. Önce yüzünü Pirin Mağaraları’na yöneltti. Sonra geriye dönerek uçsuz bucaksız görünen ekin tarlalarına döndü. Bütün bunların sahibi, yaratıcısı niçin derdine çare bulamıyordu? İsyankar yüreğine çare olacak ilacı neden esirgiyordu yüce Rabbi? Yere oturdu. Eline aldığı çöple toprak üzerinde kendisinin de anlayamadığı şekiller çizdi. Birden sinirlenip çöpü kırıp attı.
Kendi içine kapanmış bir kalbin sırlarını çözmeye çalıştı. Gerçekleri gerçeğin içerisindeyken fark edemezsiniz. Ancak oradan çıkıp yalan olursanız: gerçeğin farkına varırsınız. Hüseyin içerisinde bulunduğu gerçeğin içerisinden kurtulmak istiyor, aklı kendisine yardım edeceği sırada duyguları engel koyuyordu. Kalenin düzlüğünde amaçsızca bir iki volta attı… Sevdalı yüreğini ikna etmeye uğraştı. “Kendine bir bak!” dedi. “Kendi içindeki sesi bir dinle!”
Bir insan kendisini nasıl gözlemleyebilir? Eğer gözlüyorsa o insanın içerisinde iki ayrı otoritenin bulunması demektir. Biri gözlenen biri gözleyen… Hüseyin bunlardan hangisi olacaktı? Gözleyen mi? Gözlemlenen mi? Sonra bu iki iradenin özneleri değişik gibi görünse de, beslendiği nesne aynı olduğu için sağlıklı bir sonuç çıkabilir mi? Hem bu iki irade birbirini kayırmaz mı?
Tekrar yere çömeldi. Ağlamak, ağlamak, kaderine ağlamak istedi. Aklına ölüm geldi. “Akılsız, nefret ve tiksintili bir başın en ahlaklı bir tek işi vardır.” dedi. “O da, o başı öne eğdirmektir...”
Olduğu yerde uzandı. Gözlerini kapadı. Zaman nasıl geçecekti ki ölümü hak edebilsin. Bu işi Allah’a bırakacak olsa kim bilir ne zamana kadar bekleyecekti.
Mutlu insanlar için her dakikanın her saatin her günün anlamı vardır. Zaman onlar için kıymetlidir. Fakat mutsuz insan zamanını çabuk bitirmek ister. Bir insan hayatını oturup da planlayabilir mi? Allah ne verdiyse… Haline şükredecek... Ama sonra bütün bunlar unutulup sorumlu o olacaktır...
Yaz gelmişti. Gece damda yatarken yıldızlara yalvarıyor, onların yalnızlıklarına imreniyor ve orada olmayı çok istiyordu. Yüreğinin acıları katlanarak büyüyor, Zeynepsiz dünyanın anlamsızlığını keşfediyordu. Şah İsmail ile Gülizar meselesindeki:
“Bölük bölük olmuş huri kızları
Hiç birisi Gülizar'a benzemez”
Dizelerini kendine uyarlayarak:
“Bölük bölük olmuş huri kızları
Hiç birisi Zeynep'ime benzemez”
Şeklinde değiştirerek mırıldanıyordu.
Gerçekten Hüseyin çevresindeki bütün canlı ve cansız varlıklara bakıyor ama hiç birisini Zeynep'ine benzetemiyordu.
Arkadaşı Hamo evleneli sekiz ay olmuştu. Bu sürede Hüseyin’in sevdası eksilmeyip artmış bundan dolayı da kendi kendinden nefret etmişti.
Bu nefret ettiği başı öne eğdirmek için kaleye yöneldi. Dalgın dalgın çarşıdan geçti. Bu işi şarapsız yapamazdı. İki tane şarap aldı. Gâvur Mahallesinin içinden geçerek kaleye çıktı. Birinci şarabı iki dikişte bitirdi. İkincisini açtı. Midesi bulanmıştı. Getirdiği ipi ağaca bağladı. Ölüm bir adım ötede duruyordu. Mutlu ve mutsuz kişilerin ölülerini yan yana koyun. Farkları kalmamıştır. Az yaşamak demek; senden sonra ne olduğunu bilememek demektir. Nasıl olsa öteki dünyada yani iki dakika sonra orada olacağı dünyada sormuyorlardır senden sonra ne oldu? Boş ver! Benden sonra ne olursa olsun. Asıl zor olan sevdiğinin senden önce canlı canlı başkasına gitmesi...
İpin yanına yaklaştı. Dizleri titriyordu. Sonuçta Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne yazmıştır. İnsanlar yaptıkları eylemleriyle bunları okumaktadır. Hüseyin, önceden verilmiş kararın, kırılmış kalemin infazını yerine getiren cellât olarak ipin yanına yaklaşmıştı. Bu görevi yerine getirirken son defa ağlamak istiyordu. Bu ağıt, kendi ölüsü için olacaktı.
Etrafına baktı. Gökyüzünü, bulutları gördü. Kuşların umurunda değildi. Ağaçların yaprakları sessizce sallanıyordu. Onların da umurlarında değildi. Vazgeçse; kendine yenik düşecekti. İçerisindeki öteki Hüseyin ortaya çıkmalıydı. Bir çare bulmalıydı. Kuşlara yapraklara yeniden baktı. Yapamayacağı infazdan dolayı onlara karşı küçük düşer miydi? Geriye döndü. Uzaklara çok uzaklara mor dağlara baktı. Son anda bir ses “Uzakta kalmak en iyisi… Ayrı kalmak da bir araya gelmek kadar dertlere çaredir.” dedi. O ses devam etti “Dünya güzel ve kalleş... Uğrunda ölmeye değmez... Bu güzel ve kalleş dünya uğrunda ancak dövüşülmeye değer...”
Demek ki yaşam, isteklerden değil her insanın ortaya koyduğu eylemlerden oluşuyordu. İşte yapacağı bu eylem kendisinin sonu ya da başlangıcı olacaktı. Kendisini boğacak olan ipi ağaçtan söküp fırlattı.
Kaleyi bir daha görmek istemiyordu. Koşarak oradan ayrıldı. Bundan sonra Reco’daki görevini Malatya'da sürdürmeye karar verdi. Hüseyin o sonbaharda evinden ayrıldı. Hiç kimse dur gitme demedi. Üç günde yürüyerek Gölbaşı’na vardı. Oradan da trenle Malatya'ya gitti. Bir daha da ondan hiçbir haber alınamadı.
Esvap kesme Düğün için alınan giyecekler
Mehmet Ağanın Zindan: Eskiden ağaların zindanları vardı.
Tırşik : Sulu yemeklerin genel adı
Eskiseray:Aslı "Eski Saray" bir semt ve bir camii adı
Reco:Tekel idaresine bağlı tütün işletmes